Yaşamak sonsuzlukta bir yolculuktur.
Ömür ise yolun küçücük bir kısmı…
Bu yol ancak kalple yürünebilir. Zihnin gel-gitleriyle yol taşlarla doludur. Ama tüm sır içinizdedir. O da kalbinizin içine özenle saklanmıştır. Yüreğinizdeki sırra erişmek için perdeleri yırtıp aşmanız gerekir. Kalbin üstü bir sürü tabakayla (kin, nefret, gurur, kibir, şehvet, oburluk, kıskançlık, öfke …) kaplanmıştır. Ve bu tortulardan arınmadan kalbe ulaşılamaz. Kalp çok latif, süptil bir mekandır. İçine ancak gönlü pür-ü pak olmuş sultanlar girebilir. Kirlerin, perdelerin üst üste yığıldığı bu gizli cennetin kapılarını açmak imkansız değildir ama oldukça zorlu ve disiplinli bir çabayı da gerektirir. İnsani ve nefsani istek ve beklentilerden ve egonun kirlerinden arınmak gerekir. Bu da uzun bir çabayı beraberinde getirir.
Güzel Kur’ an ‘da “…ona ancak temiz olanlar dokunabilir…” diye bildirilen ayet özü itibariyle beden temizliğini değil yürek temizliğini ifade eder. Buradaki mecazi ifadeyi anlamayan (veya bilerek çarpıtan zihniyetler) da ona ancak abdest aldıysanız dokuanbilirsiniz, onu süslü çantalar içinde duvara asın ve asla aşağıya bırakmayın gibi safsatalarla, (düşünmeyen) insanları esas bilgi kaynağından uzak tutmaktadırlar.
Oysaki kast edilen ruhun, kalbin temizliğidir. Yüreği gerçekten arınan, nefsani duygularından uzak olanın Kur’an ın özüne dokunabileceği, onu algılayabileceği, ordaki sırlara vakıf olabileceği bildirilmektedir.
İnsan çok tatminsiz bir varlıktır. Doğadaki hiçbir varlık insan kadar can sıkıntısı yaşamaz. Siz hiç canı sıkıldığı için oflayıp puflayan bir kedi gördünüz mü? Hayır. Kediler özlerinde kayıtlı olan veriler neyse ona göre yaşarlar: avlanırlar, miyavlar, temizlenip yalanırlar, kur yapıp çiftleşirler, doğururlar, emzirirler, erkek kediler alanlarını işaretler, uzanıp yatarlar ve miyavlarlar J yani yaptıkları her haliyle varoluşun onlara lütfettiği basit doğalarını yaşamaktır. Aslında her halleriyle onları yaratan sonsuz bilgeliği zikrederler. Doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar kendi lisanlarında hep Allahı zikreder.
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir
şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır,
bağışlayandır.” (44 Isra)
“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih
etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini
bilendir.” (41 Nur)
İnsan nefse (ego) sahip tek varlıktır. Bu nedenle insanlardan bazıları Allah’ ı zikreder. Ama bazıları nefsin kıskcında kapana kısılmış ve bu zikirden uzaklaşmıştır. Zikir sözle ve tesbihle yapılan bir şey değildir. Burada bahsedilen zikir ya da tesbih özüne uygun hareket edip, sonsuzluk bilgisine yönelmiş, o yöne akan ruhu anlatır. Bu ruh ki kendisini yaratan ve kendisinden geldiği sonsuz ve tek olanı bilme özlemiyle yanar tutuşur, içinde aşk vardır, diğer tüm canlılara karşı saygılıdır, içinde olduğu yolun farkındadır. Ve görevi neyse onu yapar. Erdemlerin önemini bilir ve bunlara uygun davranır. Bu kişinin eline tesbih alıp sayılarla Allahı zikretmesi değildir. Ki o da önemli bir çalışma olmasına rağmen gerçek kalp teslimiyeti yoksa ve farkındalıkla yapılmıyorsa o tesbih çalışması zikirden çok nefsi besleyen bir gıdaya bile dönüşebilir. Bunlar oldukça hassas konulardır. Bazen çok bilge ve çok yüksek mertebelerde zannettiğiniz bir kişi farkındalıktan uzak, ağaıların da aşağısında olabilirken; bazen de serseri sarhoş başıboş görünen bir kişi içinde sonzuluğun bütünlüğünü, bilgisini ve aşkı taşıyıp Hakk katında çok daha yukarılarda olabilir. O yüzden kimsenin oyununa, kılığına kıyafetine bakıp karar vermeyin. Gerçekten bilen ben bilmiyorum daha öğrenciyim der. Çok biliyorum her şeye ben vakıfım diyen de (muhtemelen) cahildir.
Herkes kendi yolculuğuyla ilgilenir de diğer kişilerin ne yaptığı ile aşırı meşgul olmazsa bilgelik yolunda ilerleyişi daha güçlü olur. Başkaları hakkında konuşmak, dedikodu “gıybet” olarak geçer. Ve bu çok büyük günah olarak kabul edilmiştir. “Günah” demek negatif ve aşağıya çekici enerji demektir. Bu da demek oluyorki başkaları hakkında konuştuğumuzda enerjimizi onların kanalına yolladığımız için kendi enerjimiz düşer ve bu negatif enerji yükmüzü arttırır. O halde amaç mutlu olmaksa amaç güçlü olmaksa pozitif enerjimizi arttırmamız gerekir. Pozitif enerji de islamiyette “sevap” olarak ifade edilmiştir.
Günah ya da sevap işlemek de pozitif veya negatif enerji üretmek demektir. Haliyle negatif enerji üreten kişinin bedeninde ve ruhunda çeşitli hastalıklar ve arızalar oluşacak ve kişi de bu halde içsel olarak acılar çekecek ve yanacaktır. Örnek vermek gerekirse; 60 yaşında bir kadın düşünün hayatı boyunca devamlı üzücü hatıralarını zihnine kayıt etmiş ve hep bunlar neden başıma geldi ahlanıp vahlanmış; başkalarının başarılarını kıskanmış, dedikodu yapmış, aklına her zaman her şeyin en kötüsünü getirmiş ve devamlı bir stres ve gerginlilkle hem kendine hem de çevresine sıkıntı vermiştir. Bu kadın yüksek tansiyon, kalp çarpıntısı, baş ağrısı, sırt ağrısı, eklem ağrısı… gibi hastalara sahip ve ilaçsız hayatını devam ettiremiyor. İlaç kullansa bile bu hastalıkların acılarından sık sık sorunlar yaşıyor. Yani bu kişi mecazi anlatımla kendi cehenneminin ateşinde yanıyor. İşte Kur’an da anlatılan günah işleyenler için tarif edilen cehennemin dünyadaki hal ve tazahürü için küçük bir örnek size.
Peki öte alemdeki ceza durumu için basedilen ayetlere ne demeli. Yukarıda bizi cezalandırmayı bekleyen eli sopalı bir tanrı mı var sanıyorsunuz? Eveeet hatalar yaptın al bakalım sana biz de seni yakıcaz! Bunların hepsi mecazi anlatımlardır. Farkındalık düzeyi düşük biri için korkutucu ve özden kaçırıcı tablolardır aynı zamanda. Acaba bu tasvirlerin özü nedir?
İnsan sonsuz bir varlıktır. Ruh doğmaz ölmez. Doğup ölen sadece bedendir. Ve beden dünya hayatını deneyimlemek için bize kısa süreliğine verilmiş bir emanettir. Sonsuzluk aleminden dünyadaki hayatına ulaşana kadar ruh burdaki oyunu basit ve kolay görür. Ve tamam ben bu bedeni ve bu oyunu seçiyorum der. Tıpkı bir tiyatro oyununda rol almak için elinizdeki pekçok rolden herhangibirini seçmek gibidir bu. Çünkü oyuncu o roldeki kişinin kendi olmadığını bilir. Bu rolu sadece canlandırır. O yuzden o tiyatro oyununda hayat kadınını veya katili oynamak zor değildir. Ruhun bedeni seçme aşamasında da bu iş bu kadar kolay görünür. Ama işin içine nefs ve unutma girince oyun zorlaşır. Ruh kendi varlığını unutmuştur. Beden de egonun (nefsin) hakimiyetine girmiştir. Hal böyle olunca bu dünyada acılar çeker ama yine de daha da negatif enerjili durumlardan kendini kurtaramadan ve kendi gerçekliğine uyanamadan (farındalığa ulaşamadan) bir ömür biter ve kişi ölür. Beden bu dünyada kalır. Nefs de ruhla beraber öteki boyuta geçer.
“Kendi kitabını oku; bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter.” (14 İsra)
Şimdi geri dönüp oyunun değerlendirmesi yapıldığında nefs kendi yaptıklarının hesabını kendi yapar. Ve unutma oyunundan kurtulamadığını, farkındalığını kazanamadığını, yeterli pozitif enerji üretemeyip sonsuzluğa hizmet edemediğini, benlik ve ayrılık zannında kalıp sadece kendi için saklayıp, kendi ihtiraslarına taptığını görür… bu da ruh için büyük bir azaptır. Özünü hatırlayamamanın acısını çeker; yanar; erir ki bunlar bizim bedenle anlayıp tasvir edebildiğimiz mecazi duygulardır. Kimbilir ruh halinde o sonsuzluk bahçesinde bu halin acısı ne boyutta ve şekilde olur. Dolayısyla bu hal cehennem tasviri olarak anlatılır.
Amaç kimseyi cezalandırmak değildir. Allah sonsuz merhamettir, sonsuz sevgidir. Dünyayı, evreni, gökleri tüm canlıları aşkla yaratmıştır.
“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize
döndürüleceksiniz.” (35, Enbiya)
Ölecek olan nefislerdir. Bu dünyadaki hayat bir imtihandır. Bu sınav bazen iyi şeylerle bazen de kötü şeylerledir. Ve en sonunda herkes sonsuz yuvasına, birlik yurduna, Rabbine döndürülecektir. Tüm bu gerçekliği hatırlarsak; üzülmemize, korkmamıza, öfkelenmemize hiç gerek kalmaz. Bu sınav bir gün mutlaka bitecek. Nefs ölecek. Birlik okyanusuna dönülecek.
22. Sana Firavun’a yakısan debdebe, yücelik gerekse; askı geri ver!
Mefa’îlün, Mefa-îlün, Mefa’îlün, Mefa’îlün
(c. I, 59Divan-ı Kebir – Mevlana)
• Sen, hor görülmekten sikayet ediyorsun, aglayıp duruyorsun, sızlanıyorsun, hor görülüsteki lütufları, ihsanları
göremiyorsun. Ya Hakk’tan yardımlar, ihsanlar isteme, yahut az sikayette bulun!
• Sana, Firavun’a yakısan debdebe, yücelik gerekse, sana yakısmayan askı ver, Fıravun gibi vilayetler al, malını,
mülkünü artır, ihtisamlı bir hayat sür!
• 0 can ne mutlu candır ki, sonunda bahta, mutluluga erismek için daha önceden hor görülmeyi, asagı görülmeyi
alır da öper, basına kor.
• Pek büyük olan, kıyısı kenarı bulunmayan o hiddet denizinden binlerce kol ayrılır, her tarafa rahmet ırmakları
akar. 0 ırmaklar, merhameti sonsuz olan Allah’ın iyi, kötü bütün kullarının can bahçelerine ulasır, her canı suya
kavusturur. 0 hiç kimseyi mahrum bırakmaz.
” Ey gönül, sen o dereye bakma! 0 dere ile yetinme; için daralır, o derelerin önune çıktıkları kaynaga, sonra hep
orada birleseçekleri asla, vahdet deryasına bak!
• Bir domuz misk içinde, bir insan da pislik içinde dogsa, her biri rızık bakımından da aslına gider, her bakımdan da aslına varır.
• Hakk kapısının uyuz köpegi bile dünyadaki bütün arslanlardan iyidir, degerlidir. Çünkü o Hakk’ın askını söyler ve o kapıyı gözetme ve bekçilik yapma usullerini bilir.
Sırların aşikar edildiği bu kıymetli kutsal kitap Kur’ an’ ın daha çok okunup üzerinde daha çok düşünülmesi umuyor ve hayatın kitabını okuyup tüm insanların mutlu olması için dua ediyorum.
Şi’ra Mercan Özgür